Hükümdar Ve Halayık
Bir zamanlar hem dünya hem de
din saltanatına sahip bir padişah vardı. Bir gün hayvanına binmiş halde yakın
adamlarıyla av için giderken ana caddede
bir halayık gördü. Bir görüşte aşık olduğu bu
cariyeyi satın aldı. Fakat padişahın mutluluğu uzun sürmedi, halayık
hasta oldu. Padişah çevredeki bütün hekimleri topladı ve onlara:
- İkimizin de hayatı sizin elinizde, dedi, benim
hayatım önemli değil, asıl o canımın canı. Asıl ben hastayım, dermanım o. Kim
beni bu dertten kurtarırsa, hazineler, inciler ve mercanlar alacaktır.
Hekimler şöyle cevap verdiler :
- Beraberce çare arayıp,
birlikte tedavi edelim. Her birimiz hekimlikte ustayız, elimizde her hastalık
için bir ilaç vardır.
Hekimler,
büyüklendikleri için inşallah (Allah isterse) demediler. Allahu Teala da insanlara
onların acizliğini gösterdi, ilaç ve tedavi olarak ne yaptılarsa kar etmedi,
hastalık daha da arttı.
Cariyenin hastalıktan bir deri
bir kemiğe döndüğünü gören padişah sel gibi gözyaşı dökmeye başladı.
Hekimlerden ümidini kesince mescide koştu, kıbleye yöneldi, gözyaşları içinde
duaya başladı:
- Ey en az ihsanı dünya saltanatı olan
Allah’ım! Benim bir şey söylememe gerek yok, zaten sen her şeyi biliyorsun. Ey
her dileğimizi veren Rabbim, bu defa da yolu yanıldık. Sen her şeyi bildiğin
halde, yine de bizim dertlerimizi söyleyip dua etmemizi istiyorsun.
Padişah bu şekilde dua edip
ağlarken uyuya kaldı. Rüyasında yaşlı bir zat göründü ve şunları söyledi:
- Müjde, ey padişah, duaların
kabul oldu. Yarın bir hazık hekim gelecek, o bizdendir. Ona güven, çünkü emin
ve gerçek erenlerdendir. Onda Hak kudretini gör.
Sabah olunca padişah, rüyada
gösterilen zatı görmek için pencerede beklemeye başladı.
Nihayet, faziletli ve bilgili
olduğu her halinden belli olan bir yabancı göründü. Padişah onu bizzat karşılamaya
koştu, mabeyincilerin yerine geçti. Ona hürmet ve tazimde bulundu, odasının bas
köşesine kadar geçirdi. Ağırlama ve hal hatır sorma faslı bitince onu hareme
götürdü. Hekim haşlanın yüzüne baktı, nabzını sayıp idrarını muayene etti.
Hastalığın seyri hakkında bilgi aldıktan sonra şöyle dedi:
- Diğer hekimlerin tedavileri
hastayı büsbütün mahvetmiş. Onlar körlüklerinden hastanın iç dünyasından
haberdar değiller. Hekim, hastalığın
nedenini anlamıştı, fakat bunu sakladı, padişaha söylemedi, inlemesinden, onun
gönül hastası olduğunu anladı.
Padişaha:
- Ey padişah, dedi, burayı
boşalt, yakınlardakileri de uzaklaştır. Kimse köşe bucaktan kulak dinlemesin ki
ben bu cariyeye bazı şeyler sorayım.
Oda boşaltılıp hasta cariye
ile hekimden başka kimse kalmayınca hekim yumuşaklıkla ve sevecenlikle:
- Her memleket halkının ilacı
değişiktir, sen nerelisin? diye sordu.
Halayık memleketini söyleyince
de:
- Orada akrabalarından kimler
var? diye devam etti.
Cariye bütün ahvalini hekime
açıkça söylemeye, memleketinden, efendilerinden, şehrinin havalisinden
bahsetmeye başladı. Hekim bir yandan halayığın anlattıklarını dinlerken bir
yandan da nabzının atışına dikkat etmekleydi. Halayık memleketindeki yakınlarını
birer birer anlattı. Sonra başka bir beldeden söz açtı. Hekim:
- Memleketinden ayrılınca ilk önce hangi
beldede bulundun? diye sordu.
Cariye bir şehrin adını verdi,
fakat yüzünün renginde ve nabzının alışında bir değişiklik olmadı. Bulunduğu
diğer şehirleri ve efendilerini de tek tek saydı. Kaldığı yerleri, geçen
zamanlarını, yaşayıp gördüklerini anlattı. Şehir şehir, ev ev anlattığı halde
nabzında başkalaşma ve çehresinde sararma olmadı. Sonunda sıra Semerkand
şehrine gelince halayığın yüzü kızardı ve nabzı hızlandı. O şehirdeki bir
kuyumcudan ayrılmıştı. Hekim:
- O hangi mahallede yaşıyor?
diye sordu. Cariye:
- Gatfer Mahallesi'nde, köprü
başında, diye cevap verdi. Hekim:
- Hastalığını anladım, seni
tedavi edeceğim, dedi, sana yüz babadan daha şefkatliyim. Fakat bu sırrını
sakın kimseye söyleme. Padişah sana ne kadar sorsa da yine gizle. Sırların
gönlünde gizli kalırsa muradın çabucak hasıl olur.
Bunun ardından hekim doğru
padişahın huzuruna gitti. Ona
meseleden birazcık bahsedip
dedi ki:
- Çare şu, iyileşmesi için o
adamı getirelim. Kuyumcuyu o uzak beldeden çağır, altın ve değerli elbiselerle
kandır.
Padişah, hekimin tavsiyesini
can-ü gönülden kabul etti. Semerkant'a ehil ve dirayetli, güvenilir iki kişi
gönderdi. O iki zat, kuyumcuya şöyle dediler:
- Ey keremli üstad, ey hünerde
kemal sahibi! Medh ü senan her tarafa yayılmıştır. Falan padişah işte seni
kuyumcu başı olarak seçti. Çünkü sen bu meslekte pek ulusun, pek ustasın. Şimdi
şu elbiseyi, altın ve gümüşü al! Padişahın yanına gelince de yakın adamlarından
olursun.
Kuyumcu çokça malı ve parayı
görünce aldandı, teklifi kabul etti. Padişah kuyumcuya ikramda bulundu,
hazinesini ona emanet etti. Sonra hekim padişaha şöyle dedi:
- Ey büyük padişah! O
halayıkcağızı bu kuyumcuya ver. Ver ki, vuslatıyla iyileşsin.
Bunun üzerine padişah o ay
yüzlüyü adama bahşetti. Biribirine iştiyak duyan kuyumcu ile cariyeyi birbirine
çift etti. Altı ay kadar kam alıp muratlarına erdiler. Böylece cariye de
tamamen iyileşti.
Bunun ardından hekim, kuyumcu
için bir şerbet yaptı. O bunu içince erimeye başladı. Hastalık yüzünden
kuyumcunun güzelliği kalmayınca halayığın ona olan aşkı bitti, ondan vazgeçti.
Onun yüzü sararıp soldukça kızın gönlü de ondan soğudu.
Çünkü
zahiri güzelliğe ait olan aşklar gerçek aşk değildir. Onlar sonunda bir utanma
ve ar olur. Kuyumcu daha baştan çirkin olsa ve başına bu kötü hal gelmese daha
iyiydi.
Tavus kuşunun kanatlarının
güzelliği kendisine düşmandır. Nice sultanlar vardır ki, kuvvet ve azametleri
helaklerine yol açmıştır.
Ölümlülerin aşkı ebed değildir.
Ölmeyecek olanın aşkını seç, çünkü o bakidir.
Yorumlar
Yorum Gönder